Gönderen Konu: Obama: Umudun Cesareti’nden hayal kırıklıklarına  (Okunma sayısı 887 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ay Işığı

  • Aktif Üye
  • **
  • İleti: 38
  • Rep Puanı: +2/-0
  • ☾✰
Obama: Umudun Cesareti’nden hayal kırıklıklarına
« : Ocak 03, 2017, 07:51:05 ÖS »


Amerika Birleşik Devletleri’nin 44. Başkanı Barack Hüseyin Obama 2006’da çıkan “The Audacity of Hope” (Umudun Cesareti) başlıklı kitabında, "Ben, siyasi fikirleri ne olursa olsun, herkesin kendi görüşlerini yansıttığı boş bir ekranım. Bu itibarla herkesi olmasa da bazı kişileri hayal kırıklığına uğratmaya mahkumum" diye yazmıştı.

Bu iki cümle, koltuğunu Donald Trump’a devretmeye hazırlanan Barack Obama’nın 8 yıllık başkanlık dönemini en iyi şekilde özetliyor belki de.

Obama'nın artıları

Başkan seçildiği 2008 yılında başta ülkesi olmak üzere dünya küresel bir bankacılık krizinin pençesindeydi. Herkes 1929 bunalımının bir benzerinin yaşanmasından kaygı duyarken, Obama Kongre’nin desteğiyle büyük bir ekonomik canlanma programını hayata geçiriyordu. Uzun soluklu bu program nispeten olumlu sonuç verdi. 2008 yılında yüzde 2,8 oranında küçülen Amerikan ekonomisi iki yıl içinde büyümeye başladı, 2010’da tepe noktasına (yüzde 10) ulaşan işsizlik de bu yıl itibariyle yarı yarıya azaldı.

Obama’nın başarı hanesine yazılan bir başka icraatı da 50 milyon yoksul Amerikalının sağlık harcamalarının devletçe karşılanmasını sağlayan ve kamuoyunda “Obamacare” olarak bilinen yasa (Patient Protection And Affordable Care Act) oldu. 1 Ocak 2014’te yürürlüğe giren yasa sosyal devlet ilkesinin hayata geçirilmesi bakımından son derece önemli kuşkusuz. Ancak bu yasaya paralel olarak getirilen sağlık sigortası zorunluluğu ülkede tartışmalara yol açtı, hâlâ da açıyor.

Ladin'in öldürülmesi

Obama’nın artıları arasında, 11 Eylül İkiz Kuleler saldırılarının başlıca sorumlusu ilan edilmiş olan Usame Bin Ladin’in 2011’de bir operasyon sonucu öldürülmesi de yer alıyor. Obama o zaman yaptığı açıklamada Bin Ladin’in ölümünü “milletin terörizmle mücadelesinde önemli bir aşama” olarak değerlendirmişti. Ne var ki terörle mücadele Obama döneminin güçlü değil zayıf halkalarından birini oluşturuyor.

Obama’nın başarı hanesine dış politikada gerçekleştirdiği iki açılım damgasını vuruyor. Biri Soğuk Savaş döneminden bu yana ABD’nin yakındaki en büyük düşmanı Castro’nun Küba’sı ile ilişkilerin normalleştirilmesi. 20 Mart 2016’da Ada’ya gerçekleştirdiği resmi ziyaret doğal olarak tarihe geçti. Çünkü Obama 1928’den bu yana Küba’yı ziyaret eden ilk ABD Başkanı oldu. Ama Küba’ya açılım, tutsak değişimi dışında, ikili ilişkilerde henüz kayda değer somut bir canlanmaya yol açabilmiş değil.

Obama’nın ABD’nin eski düşmanlarından İran rejimine yaptığı açılım ve imzalanan nükleer anlaşma için de benzeri bir değerlendirme yapmak mümkün. 12 yıllık krizin ve iki yıl süren yoğun müzakerelerin ardından Viyana’da imzalanan anlaşma tarihi olmasına tarihi bir nitelik taşıyor ama somut olarak bakıldığında, ikili ilişkilerin sıkılaştırılmasından çok, Washington’a İran rejimini denetim altında tutma imkânı veriyor. Uranyum üretiminin sınırlanması karşılığı İran’a uzatılan havuç ise ambargonun tedrici olarak kaldırılmasından ibaret.

Obama’nın eksileri

George W. Bush’un agresif Ortadoğu politikası, İslam’a açtığı orantısız savaş ve özellikle yalanlara dayalı Irak işgaliyle küresel barışa verdiği zarardan yaka silken sadece Amerikan değil tüm dünya demokratları 2008’de ılımlı bir Afro-Amerikan’ın ABD Başkanı seçilmesini alkışlamıştı. Obama öylesine büyük bir desteğe sahipti ki daha ilk yılında “diplomasinin ve halklar arasında uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesi için sarf ettiği olağanüstü çaba” nedeniyle Nobel Barış Ödülü'ne lâyık görülmesini kimse yadırgamamıştı.

Ne var ki Obama’nın uluslararası arenaya yansıyan bu imajının yanıltıcı olduğu bir süre sonra ortaya çıkacak ve yukarıda sıralanan artıları bugün herkesçe kabul edilen iç ve dış politikadaki eksilerinin gölgesinde kalacaktı.

Irk ayrımından kaynaklanan gerilimler

Bir Afro-Amerikan olarak Obama’dan öncelikle toplumdaki ırk ayrımından kaynaklanan gerilimi gidermesi bekleniyordu. Çünkü Obama’nın Başkan seçilmesi bile Dr. Martin Luther King’in 28 Ağustos 1963’te, Lincoln Anıtı önünde toplanan yaklaşık 300 bin kişi önünde dile getirdiği hayalin gerçekleşmekte olduğunun bir işareti olarak algılanmıştı. Bir Afro-Amerikan Beyaz Ev'e girebiliyorsa, King’in düşlediği gibi, ABD’de insanlara, derileri siyah olduğu için yapılan ilkel ayırımcılığın, reva görülen şiddetin bulunmadığı bir düzen geliyor demekti.

Ne var ki Beyaz Ev’de bir Afro-Amerikan’ın oturması dünyaya verilen bir imajdan ibaretti. Obama döneminde ırkçı gerilimler ortadan kalkmadığı gibi 2014’te Michael Brown isimli bir siyahinin Ferguson’da bir polis memuru tarafından katledilmesinden itibaren büyük artış gösterdi. Polisin siyahilere karşı artan ölçüde orantısız güç kullanmasına eskiye oranla daha radikal tepki veren BLM (Black Lives Matter) hareketinin Obama’nın döneminde ortaya çıkması, Afro-Amerikan Başkan’ın bu konuda hiçbir şey yapmadığının somut göstergesini oluşturuyor ne yazık ki.

İşsizlik oranının beyazlara oranla iki kat fazla olduğu Afro-Amerikanlar, Obamacare’den en çok yararlananlar oldu belki ama Obama’dan polis tarafından öldürülen Travyon Martin için “benim oğlum olabilirdi” ve “35 yıl önce onun yerinde olabilirdim” gibi sembolik sözlerden çok daha fazlasını bekleyip durdu.

Guantánamo'yu kapatma vaadi

Barack Obama, seçim kampanyasında, ABD’nin kendi toprakları dışında, özellikle Irak ve Afganistan’da yakaladığı ve “radikal İslamcı terörist olarak” etiketleyip Amerikan standartları dışında, her türlü işkencenin geçerli olduğu gayriinsani koşullarda tuttuğu Guantánamo kampını kapatma sözü vermişti.

Obama bu amaçla bir kararname yayımladı yayımlamasına ama Uluslararası Af Örgütü’nün 2012 tarihli raporunda yer alan ifadeye göre, “ABD’nin 11 Eylül terör eylemlerine karşılık öngörmüş olduğu insan haklarına sistematik saygısızlığın sembolü’ olan bu kampı kapatmaya gücü yetmedi.

İflas eden Ortadoğu politikası

Obama’nın 2008 seçim kampanyasında verdiği sözlerden biri de Bush’un kimyasal silah yalanına dayanarak yaptığı Irak işgaline son vermek ve Amerikan birliklerini geri çekmekti. Bu sözünü zaman içinde yerine getirdi ve son Amerikan askeri Irak’ı 2011’de terk etti. Ne var ki ABD’nin Irak devletini ortadan kaldırmış olması ülkeyi etnik ve dinsel/mezhebi açıdan bölünmenin eşiğine getirmişti. Merkezi yönetim İran yanlısı Şiilerin eline geçmiş, özerk Kürt bölgesi bağımsızlaşmış, Sünniler ise marjinalize edilmiş durumdaydı. Batılı kaynaklara göre, Obama, ülkeyi Sünni düşmanlığı güden Maliki’ye bırakıp gitmenin hata olduğunu göremedi. Bu böyle miydi, yoksa daha büyük bir planın bir sonraki aşamasına geçişin gereği miydi, çok tartışılır elbette.

ABD’nin Irak’tan askerlerini çekmesinin ardından Suriye iç savaşının patlak vermesi, daha sonra DEAŞ’ın ortaya çıkması, 'barış güvercini' olarak iktidara gelmiş olan Obama’nın bu kez Suriye ve Irak’a uçaklar ve İHA’larla havadan müdahalelerle yeni bir savaş başlatmasına yol açtı. Aslında Irak ve Suriye Obama’nın havadan müdahale ettiği ilk ülkeler olmadı. Daha önce Afganistan, Pakistan ve Somali’ye, sonra Libya ve Yemen’e bu şekilde müdahalelerde bulundu.

Obama’nın Irak’ı Maliki yönetimine bırakarak İran’ın bölgede elini güçlendirmesi, Suriye iç savaşında Türkiye’yi karşısına alma pahasına müttefik ilan ettiği PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’ye silah ve mühimmat vermesi büyük bir hata olarak değerlendirilebilir. Ama İran’a açılım, başı ABD’deki FETÖ’nün Türkiye’de giriştiği 15 Temmuz darbesi ve PKK’nın terör eylemleriyle birlikte okunduğunda, “hata” sözcüğünün çok hafif kaldığına da şüphe yok.

Tartışmalı dış politika tercihleri

Aslında Obama yönetiminin, işaret edildiği gibi, özelde Ortadoğu’da ama genel olarak dış politikada ülkesinin eksenini kaydırdığı görülüyor. Küba’ya açılımı da bu çerçevede yorumlamak mümkün. ABD Havana’ya yakınlaşırken, Küba’nın en yakın ilişkide olduğu Venezuela’daki rejimi muhalefete destek olarak yıkmakla meşgul. Bu iki ülke gibi ideolojik karşıtlığı olmayan Brezilya’da ise Başkan Rousseff’in devrilmesine destek vermiş görünüyor. ABD’nin Monroe doktrini uyarınca Latin Amerika’ya yaptığı müdahaleler alışılageldik. Ama Monroe doktrininin sona erdiği belirtilerek Küba’ya yapılan açılım genel şemaya uymuyor.

Ortadoğu’da İran’a açılım için de benzer bir değerlendirme yapılabilir. Obama yönetiminin İsrail’i bir ölçüde karşısına alarak İran’a açılması da doğal değil. NATO müttefiki Türkiye’yi Irak ve Suriye’de tamamen karşısına alan politikalar izlemesi de öyle. Basit bir hata ya da eksen kayması olarak geçiştirilemeyeceğine göre, bu politikaların başka hesaplara dayandığı düşünülebilir elbette.

Etik olmayan uygulamalar

Obama’nın etik dışı olarak nitelenebilecek bir başka davranışı, görevi devredeceği halde, giderayak Trump’un açıkladığı politikalarla çelişebilecek adımlar atmaktan çekinmemesi. Trump’ın siyasi makas değiştireceğini ima ettiği Suriye’de PYD/YPG’ye silah ve mühimmat vermeye devam etmesini ve iyi ilişkiler geliştireceğini açıkladığı Rusya’nın 35 diplomatını 'istenmeyen adam' ilan etmesini bu bağlamda değerlendirmek mümkün.

Diplomatik ilişkilerde karşılıklılık ilkesi gözetilir. Rusya ABD’ye bu ilke uyarınca karşılık verse, aynı sayıda ve eş unvanlara sahip Amerikan diplomatını istenmeyen adam ilan etseydi, Trump ilişkileri geliştirmek istediği Rusya ile diplomatik bir sorunu kucağında bulacaktı.

Görüldüğü gibi Obama’nın 8 yıllık karnesi kırıklarla dolu. O hâlâ bugün seçim olsa Trump’ı yeneceğini söylüyor ama Umudun Cesareti’nde dile getirdiği gibi, başta müttefikleri olmak üzere hayal kırıklığına uğrattıkları hiç de az değil.
AA
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.