Gönderen Konu: Patrona Halil Ayaklanması  (Okunma sayısı 871 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı @sen@

  • Moderator
  • *
  • İleti: 4979
  • Rep Puanı: +100/-0
Patrona Halil Ayaklanması
« : Ağustos 21, 2011, 12:19:14 ÖÖ »
PAÇAVRALAR İÇİNDEKİ ASİ
 Patrona Halil Ayaklanması
 28 Eylül 1730, İstanbul

 
18. Yüzyılın başlarında III. Ahmed'in saltanatı dönemindeki 'Lale Devri' Osmanlı
 tarihi içinde genellikle küçümsenerek ve İstanbul'daki yönetici elitin kendini
 kaptırdığı zevk ve eğlenceler öne çıkarılarak değerlendirilir.
 Saray ve çevresinin sefahate dalması bir gerçekse de bu durum ilk kez böyle
 olmuyordu. Saray her dönemde benzer bir yaşam sürüyor ancak bunu duvarların
 arkasında yapıyordu, ahalinin gözü önünde değil. Tabii böylesi bir yaşam
 tarzının sarayın ve hanedanın dışına doğru genişleyen bir çevreye yayılması
 kolay değildi.
 'Lale Devri' diye adlandırılan dönemde sefahat konusunda biraz daha ipin
 ucunun kaçtığı, biraz daha halkın gözü önünde cereyan ettiği ve nihayet biraz
 daha saray ve hanedanın dışına doğru yayıldığından söz edilebilir. Bir Batılı,
 dönemin İstanbul'daki Fransız elçisi, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın
 konağında verilen bir gece davetini şöyle anlatır:
 "Laleler açtığı ve sadrazam onları padişaha göstermek istediği zaman, lalelerin
 açmadığı boşluklar başka bahçelerden alınan ve şişeler içine konan lalelerle
 doldurulurdu. Her dört çiçekte bir, çiçekle aynı seviyede bir mum yanar ve bahçe
 yollarına her türlü kuşla dolu kafesler asılırdı. Kameriyeler muazzam miktarda
 ve şişelere konmuş her türden çiçekle süslenir ve sonsuz sayıda çeşitli renkli cam
 lambalarla aydınlatılırdı. Bu lambalar aynı zamanda davet için özel olarak
 ağaçlıklardan getirilen ve kameriyelerin arkasına yerleştirilen çalılıkların yeşil
 dallarına asılırdı. Bütün bu çeşitli renklerin ve sayısız ayna ile yansıtılan
 ışıkların etkisi şahanedir. Işıklandırma ve Türk müziğinin gürültülü konseri tüm
 bunlara eşlik eder ve laleler açtığı sürece her gece bu eğlenceler devam eder. Bu
 süre zarfında Sultan ve maiyeti sadrazam tarafından yedirilir ve yatırılır."
 Evet, yönetici elitin yaşamına ilişkin tablo budur ve hiç kuşkusuz bu kadarının
 ahalinin isyan duygularını kışkırtması anlaşılır bir şeydir.
 Ama bu dönem sadece yönetici elitin zevk ve sefasıyla anılacak bir dönem
 değildir. Aynı zamanda İstanbul'da önemli mimari düzenlemeler yapılmış, eski
 yangın mahalleleri yeniden imara açılmış ve İstanbul'da dönemine göre bir kent
 yaşamı ortaya çıkmıştır. İtfaiye bu dönemde kurulmuş ve en önemlisi de ilk
 matbaa 1729'da faaliyete geçmiştir.
 1670'de Macar asıllı bir Hıristiyan olarak doğan İbrahim Müteferrika 1693'de
 Müslümanlığı kabul ederek Osmanlı'nın hizmetine girdikten sonra Osmanlı
 devletinde Müslümanlar adına ilk matbaayı kuran kişi olmuştur. Daha
 öncesinde Ermenilere verilen bir matbaa izni vardır ama Müslümanlar adına ilk
 izni alan da yine eski bir Hıristiyan olacaktır.
 Başta Haliç civarı olmak üzere İstanbul'un park ve bahçelerinin lalelerle
 bezendiği bu yıllarda devletin maliyesinde ve ordusunda da bazı düzenlemeler
 yapılmıştır ama genellikle olduğu gibi bunların yoksul halka pek bir yararı olmayacaktır. Geniş toplulukların gözü önünde yaşanan sefahat ve gelişmekte
 olan kent yaşamının nimetlerinden yararlanılamaması öfke birikimine yol
 açacaktır. Ve bir an gelip bu öfkenin isyana dönüşmesi için bir kıvılcım yeterli
 olacaktır. Bu arada gayrimüslimlere tanınan yeni bazı ayrıcalıklar ise İslam
 adına ahaliyi kışkırtmak için çok uygun bir malzeme oluşturacaktır.
 İran'la süren savaşta uğranılan başarısızlıklar üzerine padişah III. Ahmed'in
 ordunun başına geçerek sefere çıkması talebi öylesine yoğunlaşır ki sarayın buna
 daha fazla direnmesi olanaksız hale gelir. Bunun üzerine Üsküdar'da ordugah
 kurulur ve askerler İran üzerine sefere çıkmak için hazırlıklara başlarlar.
 Padişah ve vezirler de Üsküdar'a geçerek orduyla birlikte yola çıkmaya
 hazırlanırlar. Ancak aslında padişah III. Ahmed'in İstanbul'daki tatlı yaşamı
 bırakarak savaşa gitmeye hiç niyeti yoktur. Ordu bir türlü yola çıkmamaktadır.
 Sonuçta İran'ın temsilcileri Üsküdar'a gelirler ve onlarla yapılan görüşmelerde
 savaşı devreden çıkaran kötü bir anlaşma yapılarak padişah ve çevresi Boğazın
 Anadolu yakasından Avrupa yakasına dönerler. Ama bu da beklenen kıvılcım
 olacak ve bu devire son verecek ayaklanma patlayacaktır.
 Eskicilikle uğraşan bir yeniçeri olan Patrona Halil ve Muslu Beşe önderliğinde
 patlayan isyan 28 Eylül 1730'da başladı ve dört gün boyunca İstanbul
 sokaklarını ele geçiren topluluklar 2 Ekim'e kadar evlerine girmediler. Bir bölüm
 ulemanın da desteğini alan asiler ilk gün kentte duruma egemen olarak Topkapı
 Sarayı'nı kuşattılar ve padişahla pazarlığa başladılar. Ertesi gün aralarında
 Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile yakınlarının da bulunduğu 37
 kişinin kellesini istediler. III. Ahmed çok sevdiği sadrazamına hemen kıyamadı
 ama direndiğinde kendi kellesinin de gidebileceğini görünce üçüncü gün İbrahim
 Paşa ve damatları boğdurularak cesetleri asilere teslim edildi.
 Ancak isyanın bununla yatışması mümkün değildi, elebaşılar padişahın da
 tahttan çekilmesini istediler ve istediklerini de yaptırdılar. III. Ahmed l Ekim'de
 yeğeni Mahmud lehine tahttan feragat ettiğini ilan etti. Ertesi gün I. Mahmud
 tahta geçecekti.
 I. Mahmud padişah oldu ama saray "ayak takımı"nın denetimindeydi. Eskici
 Patrona Halil Rumeli Beylerbeyi olmuş, Muslu Beşe de Kul Kethüdası olarak
 sarayın yönetimini ele almıştı. Rivayete göre Patrona Halil eski püskü
 paçavralar içinde dolaşıyordu ve hiç kuşkusuz bu durum eski şatafata öfke dolu
 ahalinin sempatisini canlı tutmak için etkili bir yoldu. İsyan, meşruiyetini
 sefahate son vermekten aldığı için isyanın önderi de giyimiyle bunu temsil ediyor
 ve ahalinin desteğinin sürmesini sağlamaya çalışıyordu. Bu arada Lale Devri
 sırasında İstanbul'da yapılan zarif mimarı yapılar yıkılıyor, halkın öfkesini
 tatmin eden kitlesel ayinler gibi yıkım ve yağmalar düzenleniyordu.
 'Ayak takımı' iki ay boyunca Topkapı Sarayı'na egemen olup devleti yönetirken
 isyanın silahlı gücü Yeniçerileri tabii ki ihmal etmediler. Devlet yeniçerilerden
 ebediyen kurtulmanın yollarını ararken isyandan önce 40 bin olan yeniçeri sayısı
 iki ay içinde 70 bine çıkmıştı. Ayrıca devletin çeşitli yüksek görevlerine de 'ayak
 takımı' arasından atamalar yapılıyor, örneğin bir kasap Eflak voyvodalığına
 atanıyordu. Yaklaşık iki ay bu duruma tahammül eden yeni padişah ve çevresi kendilerini
 rezil ettiklerine inandıkları bu paçavralar içindeki asilerin hakkından gelmek
 için fırsat kolluyorlardı. Nihayet gereken örgütlenmeyi tamamladılar ve asileri
 ortadan kaldırmak için uygun ortamı hazırladılar. İran'a savaş açılması
 konusunu görüşmek üzere divan toplantısına çağrılan Patrona Halil ve 14
 elebaşı 25 Kasım 1730'da sarayda pusu kuran askerlerce öldürüldü. Bunları
 destekleyen ulema da sürgüne gönderilirken, geri kalan asilerin 28 Ocak 1731'de
 ikinci bir kez ayaklanma girişimleri bastırılarak yakalananlar idam edildi.
 Daha önce başına hiç böyle bir şey gelmemiş olan dehşet içindeki Topkapı
 Sarayı'nda iki ay süren kabus böylece bitti. Ayak takımından ve paçavralar
 içinde dolaşan beylerbeyinden kurtulan saray eski asaletine ve zarafetine tekrar
 kavuştu!
 Yerini şaşırıp "baş" olmaya kalkışan "ayaklar" da yine yerlerine döndüler ve yeni
 bir deneme için uygun koşulların gelmesini sabırla beklemeye devam ettiler...
[/size]
Zordur benimle yürümek. Bunu benimle yola çıkanlar bilir, hepsi yarı yolda gittiler. Suç kimde? Ben zoru seviyorum, onlar sevmiyor. Yapacak bi şey yok. Suçum var mı? Tabi ki var. 'Zor yola, kolay kişilerle çıkmak en büyük hatam'.