İki kız arkadaşım yeni aşka düştü. Hafta sonu bende kaldılar. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu. Enerjileri inanılmaz iyi idi. Sanki canlanıp kanlanmışlardı.
Haliyle sabaha kadar bir biri anlattı bir öbürü. Ben heyecanla dinlerken onların mutluluğundan ne kadar mutlu olduğumu fark ettim.
İşin garibi, lisedeyken de böyle dinlerdik birbirimizi. İçimizden biri sevgilisini anlatıyorsa uyku falan kalmaz, en önemli memleket meselesinden bile daha bir pür dikkat dinlenilirdi. Aradan o kadar yıl geçmesine rağmen aşkın bizdeki reytingi değişmemişti. Hep izleyici topluyordu. Hem de aynı heyecanla.
O nasıl bir adrenalinse, sabaha kadar mesajlaşmalar, uykusuz geceler, sürekli gülümseyen ifade... İnsan vücudu bu duduma ne kadar dayanabilir? Hiçbir şey yapmasanız da sizi sürekli dinamik tutan bir duyguyu barındırırısınız içinizde. Anlatırken de karşınızdakine dibine kadar yaşatırsınız bu hali. En iyi hissettirlen duygudur aşk. Hiçbir şey anlatamasanız bile...
Sonra kızlar anlatırken acaba erkekler ilk duyulan heyecanları arkadaşlarına nasıl anlatıyorlar dedim? Ancak hemen düşünmekten vaz geçtim.
Ardından Deniz Gezmiş geldi aklıma. Hapisteki arkadaşları için; bu çocuklar daha doğru dürüst aşık bile olamadılar demişti. Bence de çok büyük bir eksiklik bu. Aşık olmadan ya kendileri öldüler ya da duyguları.
Ancak aşkı yaşayabilmek de bir meziyettir. Herkes onu taşıyıp yaşayamaz. Derinliğe derinlik katar aşk. Derinlik yoksa aşk da yoktur.
Bu yüzden yüzeysel yaşayan insanların aşkı yaşayamayacağını düşünürüm ben. Ama aşkı yaşayamanların da eksik olduğunu...
Kısacası aşk her daim var. Onu yaşamayı becerebilene...