Kanije’nin Fethi ve Müdafaası(1600-1601)
Destansı savunmanın ağlayan yıldızı…
Kanije Zaferi’nin yıldız ismi, hiç kuşkusuz, Tiryaki Hasan Paşa’dır(1530-1611)… Savunmayı zafere dönüşürüp destanlaştırırken, tam 71 yaşındaydı. Olay şu: 1601 yılının Ağustos sonlarında Avusturya Arşidükü Ferdinand, Almanlar başta olmak üzere İtalyanlar, İspanyollar, Fransızlar, Macarlar ve Papalık gönüllülerinden oluşan elli bin kişilik büyük bir kuvvetle Kanije Kalesi’ni kuşattı. 9 Eylül gününden başlayarak, hemen her gün, 42 büyük topla kaleyi dövmeye başladılar. Öyle bir müthiş cehennemdi ki, her gün Kanije Kalesi’ne ortalama 1500 gülle düşüyordu. Buna karşılık kalede sadece beş bin mücahit vardı. Herkes her tarafa koşuyor, herkes elinden geleni yapıyor, güllerin kale bedenlerinde açtığı gedikler, geceleri bin bir fedakârlık ve müşkülatla onarlıyordu. Zaman içinde kalede yiyecek-içecek ve barut azaldı. Bu yüzden az yiyor, az içiyor ve her kurşunu dikkatle atıyorlardı. Düşman bunu sezerse işleri bitikti. Hasan Paşa dehasıyla buna da bir çare buldu.
Depodaki fıçıları ağzına kadar kumla doldurttu. Kimisinin üzerine bir miktar barut, kimisinin üzerine un, fasulye gibi yiyecek maddesi koydurttu. Esir aldığı birkaç düşman subayını depoya götürdü. Dolu fıçıları göstererek, gıda ve barut konusunda iyi durumda olduklarını söyledi. İstedikleri fıçıyı açtırıp baktırdı. Hangisine baksalar ya un, ya mercimek, ya fasulye, ya da barut çıkıyordu (Altı kum tabii inandılar.). Onların kaçmalarına göz yumdu. Böylece kendi ordularına tekrar katılan subaylar, Kanije Kalesi’nde bol miktarda yiyecek, içecek ve barut olduğunu söylediler. Ekim sonlarına doğru, düşman, Kanije’ye girebilmek için varını yoğunu ortaya koydu. Önce nehir üzerine köprü kurup asker geçirmeye çalıştı, ne var ki Hasan Paşa, geceleyin köprüyü yaktırdı. Kurulan ikinci köprüyü ise çengellerle içeri çektirdi, üzerindeki nehre atlayıp boğuldular. Bunun üzerine, Avusturya Arşidükü Ferdinand, Hasan Paşa’nın başını getirene kırk köy vaat etti. Hasan Paşa ve emrindekiler serdengeçtiler, başarmak üzereydiler. Hazin ki, tam o sırada Belgrat düştü. Belgrat kuşatmasıyla uğraşan Arşidük Matyas da kuvvetleriyle birlikte gelip Kanije kuşatmasına katıldı. Düşman, tazelenmiş olarak yeniden hücuma kalktı. Ne var ki, bu saldırı da Hasan Paşa’nın askeri dehası sayesinde bertaraf edildi. Müttefik kuvvetler, 18.000 ölü vererek geri çekildiler. Kanije’de yalnızca dört bin mücahit kalmıştı. Her taraf yıkılmış, yakılmış olmasına rağmen mücahitlerin moralleri son derece yüksekti. Çok güvendikleri ve “Paşa Baba” dedikleri Tiryaki Hasan Paşa’nın etrafında birleşmiş, bütünleşmişlerdi. Kış bastırdı. Buna rağmen düşman çekilmiyordu. Kanije’de ise yiyecek-içecek ve barut tamamen bitmişti. Hasan Paşa, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek, üç bin kişilik kuvvetiyle kaleden çıktı. Son bir gayretle düşman üzerine atıldı. Böyle bir şeyi aklından bile geçirmeyen düşman, hazırlıksız yakalanmıştı.
Düşman karargâhı Osmanlıların eline geçti.( İmkânsızlıktan imkân çıkarmak budur.)Tiryaki hasan Paşa, düşman karargâhı tamamının temizlenip kontrol altına alındıktan sonra, Arşidük Ferdinand’ın otağına girdi. Otağın ortasında etrafı altın ve gümüş parmaklıklı, başları mücevherli direkleri elmaslı bir taht vardı. Tahtın iki yanında sırma saçaklı on iki koltuk, hemen önünde ise en az dört metre uzunluğunda süslü bir yemek masası duruyordu. Tiryaki Hasan Paşa, önce iki rekât “şükür namazı” kıldı. Sonra Ferdinand’ın muazzam tahtına oturdu. Komutanlarını da koltuklara buyur etti. Dikkatle yüzerine baktı ve dedi ki: “Onlar işte bu gösteriş merakı yüzünden kaybettiler. Biz kulluğumuza kazandık.” Ayağa kalktı:”Zafer ihsan eden Rabbimize hamdolsun” diye sürdürdü konuşmasını, “bilin ki bu zaferi dört temel esasa borçluyuz: Bu esaslar sabır, sebat, birlikte hareket ve kumandana itaattir. Bu şekilde harekete devam edersek, Cenab-ı Allah bize daha nice zaferler ihsan edecektir.”
Hezimet haberlerinden bıkmış olan Sultan Üçüncü Mehmed(1596-1603), Kanije Zaferi’ne çok sevinmişti. Tiryaki Hasan Paşa’ya vezirlik rütbesi verdi. Murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilalli sancak ve bir de Hatt-ı Hümayun(padişah fermanı) gönderdi. Padişah, Hatt-ı Hümayununda, Hasan Paşa’yı kutluyor, “Berhudar olasun, sana vezaret virdum ve seninle olan asker kullarım ki, mânen oğullarımdur, yüzleri ak ola. Cümlenizi Hakteâlâ Hazretleru’ne ısmarladum ” diyerek övüyordu.
Hatt-ı Hümâyun’u okuyan Hasan Paşa, birden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Şaşırıp sevinmesi gerekirken neden ağladığını soranlara dedi ki:
“Bizum gençluğumuzde böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, padişah mektubu yazılmazdı. Kanije Müdafaası gibi küçük hizmetlere de artık vezirlik verilmeye başlanmışsa, kaht-ı rical(adam kıtlığı) emaresidir. Ki, acil tedbir düşünülmezse, Osmanlı’yı kasıp kavurur. Biz nerede idik, nereye geldik diye ağlıyorum. ” Evet dostlar, nerede idik, nereye geldik?
Beylikten Hükümdarlığa OSMANLI PADİŞAHLARI / Yavuz BAHADIROĞLU
Syf: 108-110